Ana içeriğe atla

HATIRALARIN GÖLGESİ

   Küçüklüğümden beri beni en çok ürküten şeylerden birisi zamanın akışıydı. İleride neler olacağını asla bilememek ve iyi veya kötü pek çok ihtimalin gerçekleşebilecek olması beni dehşete sürüklerdi. Bazen hâlâ sürüklüyor. Ama eskisi kadar değil. Artık zamanın içinde barındırdığı tüm o ihtimallerden korkmuyorum. Tüm o ihtimaller beni heyecanlandırıyor da diyemem açıkçası ama sanırım en azından onlarla baş edebilecek gücü bulacağıma inanıyorum. Aslında hayır, inanmıyorum. Biliyorum.

    "Her güzel şeyin sonu vardır." Bu cümle hayatımdaki güzel şeylerin bir gün mutlaka sona ereceğini bana hatırlatan bir lanet gibi gelirdi hep. Bunu duymaktan nefret ederdim. Kulaklarımı kapatırsam eğer bu lanetin gerçekleşmesini engelleyebilirim sanırdım. Tabii öyle olmadı. Olması mümkün de değil zaten. Çünkü gerçekten her güzel şeyin sonu var. Aslında sadece güzel şeylerin değil aynı zamanda her kötü şeyin de, çok şükür demeliyiz bu noktada, bir sonu var. 20 yılın sonunda her şeyin bir sonunun olduğunu ve bazen bazı şeyleri güzel yapanın da esasında her an sonunun gelebilecek olması olduğunu anladım. Gerçekten de süreç içinde bize güzel gelse de sonsuza kadar sürmesinin o şeyin tüm güzelliğini kaçıracağı durumlar var. Fakat tüm bunlara rağmen bir de sonsuza kadar sürse bıkmayacağımız, bitmesini hiç istemediğimiz şeyler var. İşte tam da bu yüzden insan sonu olan onca şey arasında sonsuzluğa uzanan bir şeyin var olduğuna inanmak istiyor. Belki de o sonsuzluğa kendisi uzanmak istiyor. Bazen sanat aracılığıyla bazen de kalbine sığdırmaya çalıştıklarıyla yapmaya çalışıyor sanki bunu.

   Bir şeyleri ve birilerini kaybetme meselesi başından beri ilgimi çektiğinden arkadaş sohbetlerinde de açmayı sevdiğim bir konudur. Birkaç yıl önce yine bu konuya dair hissettiklerimden ve korkularımdan bahsettiğimde çok sevdiğim bir arkadaşım bir gün arkadaşlığımız sona erse dahi biz, bize verilen zaman içinde en azından bir kere birlikte sonsuzluğu yaşamış olduğumuzdan bunun esasında asla bir son olmayacağını söylemişti. Bu bana Murakami'nin şu sözlerini hatırlattı "Biz o sıralarda bazı şeylere tüm kalbimizle inanmıştık ve bazı şeylere tüm kalbimizle inanabilecek kişilerdik. O duyguların öylece yitip gitmesi, bir yerlerde kaybolması mümkün olamaz." 

   Şöyle bir düşünecek olursak bir şeyi veya birini gerçekten sevdiğimizde sonrasında hislerimiz ne yönde değişirse değişsin bir zamanlar o şeyi veya o kişiyi çok sevmiş biri olmaya devam ederiz. Çünkü sevmek sadece sevmekle bitmez. Yanında pek çok başka şey getirir, pek çok şeyi ise öteler. Böylece sevmek bizi adeta yeniden şekillendirir. "Acı geçer ama acı çekmiş olmak geçmez." cümlesi bir süre zihnimde asılı kalan cümlelerden biri olmuştu bundan birkaç yıl öncesinde. Çünkü acı da tıpkı sevgi gibi kapsayıcıdır. Ve yine sevgi gibi bizi yeniden şekillendirir. Bu benzerliklerden sonra sanıyorum şimdi aynı cümleyi birini, bir şeyi sevmek için de kurabiliriz. Belki sevgi biter,geçer ama birini sevmiş olmak hiçbir zaman geçmez. Gerçekten de bazı şeyler bitmiş gibi görünse de esasında hiç bitmez. Sizinle birlikte  sonsuzluğa uzanır çünkü siz kendiniz de sonsuzluğun bir parçasısınız esasında.

   Aslında en başta da  gibi küçükken bir şeyleri kaybetmekten korkmamın temel sebeplerinden biri bu kayıplarla ne yapacağımı bilmemekti. Çünkü bir şeyleri veya birilerini kayettiğinizde onlardan geriye bir boşluk kalır. Ve bu boşlukla ne yapmanız gerektiğini çözmek zorunda kalırsınız en nihayetinde. Şimdiye kadar kaybettiklerimizden geriye kalan boşlukları başka şeylerle doldurmamız gerektiğini düşünmüştüm hep. Sanki orada öylece bomboş durmamaları gerekiyormuş gibi gelirdi bana. Ama şimdi düşünüyorum da eskiden en sevdiklerimizle fotoğraflarımızın süslediği duvarı illaki başka fotoğraflarla ya da başka şeylerle süslemek zorunda değiliz belki de. Üzerindekileri indirdiğimizde o duvarın kendi güzelliğini görüp orayı öylece bırakmayı da seçebiliriz. 

  Fakat duvar artık eski duvar değil elbette. Üstünde asılı fotoğraflar inince daha önce hiç fotoğraf asılmamış bir duvar olmadı yeniden. Üzerinde çivi izleri var bir zamanlar orada bulunan fotoğrafları bize hatırlatan. Sanırım pek çoğumuz en çok da o izleri görmeyi istemeyiz. O hatıraları hatırlamak istemeyiz. Duvarımız yeniden o eski pürüzsüz haline kavuşsun isteriz. Fakat bunun mümkün olmadığı herkesçe malumdur. Zaten birini, hayalleri, çocukluğu ve hatta kendi benliğini kaybetmeyi sancılı kılan temel şey belki de budur: Hatırlamak. Kaybettiğinizi hatırlamak her şeyi zorlaştırır. 

   Bundan sanıyorum dört ya da beş yıl önce, yine bazı şeyleri ve kişileri geride bırakmam gerektiğini düşünür ve bunu yapmakta zorlanırken kaybettiğim her şeye ithafen "Keşke yoğurup bir edebilsem sizi benliğimin her bir zerresiyle."  demişim. O zaman bunu yapmam gerektiğini ancak öngörmeyi başarabilmiştim. En nihayetinde bugünse, en azından şimdiye kadar yaşadıklarım ve hayatımdan geçen tüm insanlar için, bunu gerçekleştirmeyi de başardım. Ve bundan sonrakiler için de en azından izleyeceğim yolu öğrendiğimi düşünüyorum.

  En nihayetinde biz her ne kadar korksak da yaşadığımız müddetçe pek çok şeyi ve pek çok kişiyi kaybedeceğiz. Geriye kalansa her daim hatırlar olacak. Bazen o hatıraları özleyeceğiz, kaybettiklerimizi değil. Fakat aradaki farkı görebilmek her zaman kolay olmayacak. Böyle anlarda belki "özlesem de birini kalbimde yok ki yeri" diyen şarkıya kulak vermemiz gerekecek. 

   Her ne kadar şimdi yitip gitmiş olsalar ve artık kalbimizdeki o özel yerlerine sahip olamasalar  da bir zamanlar orada büyük ya da küçük bir yeri olanları zaman zaman yüzümüzde acı tatlı bir tebessümle hatırlamak ve hem onlar hem de başka bir sürü etken sayesinde inşa ettiğimiz benliğimiz için minnet duyabilmek sanıyorum yapıp yapabileceğimiz en iyi şey olacak.








                                                  
                 
                                                 -Eda
 


 İlhamlar:
 Hatırların Gölgesi/Kalben
 Özlesem de Birini/Barış Demirel-Kayra
 Murakami alıntısı Renskiz Tsukuru Tazaki'nin Hac Yılları kitabından
 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

MİLYONLAR ARASINDAN BİRİ

  Son paylaştığım yazıların hepsi aralarında uzun soluklar verilerek yazılmış birbirinden kopup gibi görünen ama benim aralarında gizli bağlar olduğunu düşündüğüm kısa kısa yazılarımı bir araya getirerek oluşturduğum yazılar. Bu şekilde bir şey ortaya koymaya çalışmak kendi yaptığım yapbozu tamamlamaya çalışmak gibi. Tüm o pasajları ilk kez yazarken gördüğüm o gizli bağları yeniden birbirine bağlamaya çalışıyorum. Bir yandan çile bir yandan da bir eğlence. Az sonra okuyacağınız yazı da aynı yollardan geçerek ortaya çıktı. Umarım keyifle okursunuz.       Sürekli başarmam gereken çok büyük işler varmış da ben hiçbiri için yeteri kadar çabalamıyormuşum gibi hissediyorum. Belki sosyal medya belki başka sebepler yüzünden sanki benim dışımdaki herkes çok motive olmuş bir halde büyük büyük hedefleri için çalışıyor da bir ben onları izlemekle yetiniyorum. Bu dünyayı ben kurtarmak zorunda mıyım? Belki daha da önemlisi kurtarabilir miyim?Kendi halimde, sessiz sakin ama mutlu bir hayat sürsem yet

ÇERÇEVELER

  Hepimiz herkesi ve her şeyi kendi oluşturduğumuz bir  çerçevenin ardından görüyoruz. Bu çerçeve bizim özümüzü oluşturan özelliklerimizin ve okuduklarımızın, dinlediklerimizin, maruz kaldığımız olayların, vakit geçirdiğimiz yerlerin ve insanların bir sentezinden oluşuyor. Bu çerçevenin varlığı sebebiyle bir şeyi sırf olduğu haliyle göremiyoruz aslında. Bahsettiğim çerçeveyi bir kenara koyup bir şeyi sırf olduğu haliyle görebilmek mümkün mü peki? Bunu hâlâ düşünüyorum ama bu başka bir yazının konusu olsun.  Sahip olduğumuz çerçeve sayesinde şeyleri sırf oldukları halleriyle göremediğimiz için bizim gördüğümüz ile o şeyin aslı bir değil. Belki de bu yüzden örneğin bir insan için "Ben onu böyle tanımamıştım."  ya da "Onu çok yanlış tanımışım." demenin bir anlamı yok çünkü gördüğümüz kişi aslında o değildi. Gördüğümüz, görmeyi umduğumuzdu.    Bu düşünce akışını devam ettirdiğimde herkesi kendi çerçevemden görüp değerlendirdiğim için aslında hayatımdaki tüm bu insanları

EV

   Canımın çok sıkkın olduğu bazı zamanlarda kafamdan şu cümle geçiyor: "Eve gitmek istiyorum." Son zamanlarda birden fazla kez aynı cümle kafamın içinde yankılanınca biraz düşündüm. Nereye gitmek istiyorum? Benim evim neresi? Ev nereye denir, kime denir?    Bir insan ya da insanlar bir insanın evi olabilir mi pek çok insanın iddia ettiği gibi? Orhan Pamuk Benim Adım Kırmızı kitabında "Çünkü içinizde kalbinize nakşeylediğiniz bir sevgilinin yüzü yaşıyorsa eğer, dünya hâlâ sizin evinizdir." demişti. Peki eğer kalbimize nakşeylediğimiz o yüz de zaman içinde silinip gidiverirse? O zaman evsiz mi kalmış olacağız? Yeni bir ev arayışına mı gireceğiz?    Ama belki de o kadar da romantik bir tarafı yoktur bu meselenin ve yaşamımızı geçirdiğimiz dört duvardan ibarettir ev. Ya da  belki ailesinin yanıdır insanın evi. Peki eğer öyleyse neden bazen ailemizin yanına dönmüş olsak bile eve dönmüş gibi hissetmeyiz? İzlediğim en güzel dizilerden biri olan Lost'ta Kang Jae de b