Ana içeriğe atla

MURAKAMI VE ADIM ATABİLMEK İÇİN BİR ADIM

  Herkese merhaba! Bu hafta sizlere çok sevdiğim bir yazardan bahsetmek istiyorum. Kendisi uzun süredir okuma listelerimde yer alan ve kitaplarını son derece ilgi çekici bulduğum biri. Yazarımızın adı Haruki Murakami. Şayet kitaplarla aranız biraz iyiyse sanıyorum ki bu ismi duymuş ya da en azından raflarda görmüş olabilirsiniz.

  Yazarın hayatını anlatmaya geçmeden önce yazarla nasıl tanıştığımdan ve neden onunla ilgili bir yazı yazma ihtiyacı hissettiğimden biraz bahsetmek istiyorum.

  Ben genellikle ilgimi çeken bir yazarla karşılaştığımda onun hayat hikâyesine hemen bakmaktan pek hoşlanmam. Bu benim yazara ve eserlerine olan ilgimi törpüler bir nevi. Bu sebepten öncelikle yazarın diğer eserlerini okumayı tercih ederim. Bu yolla önce sadece eserlerinden yola çıkarak hem yazarın birey olarak sahip olduğu karakteri hem de bir yazar olarak sahip olduğu karakteri hakkında fikir yürütürüm. Kitaplarındaki ipuçlarını birleştirerek zihnimde onunla ilgili tamamlanmamış bir resim oluştururum adeta. Ve elimdekilerden yola çıkarak eksik parçaların neye benzediğini hayal etmeyi denerim. Bu benim için bir oyun halini aldı artık. Oldukça da keyifli bir oyun bana kalırsa. Denemenizi öneririm.

  Murakami'ye olan yaklaşımım da az önce anlattığım şekilde oldu. Yazarın okuduğum ilk kitabı Sahilde Kafka isimli eseriydi. Bu kitapta yazarın daha sonra okuduğum kitaplarında da tekrarlayan bir duygu durumuyla karşılaştım. Yazarın kitapları oldukça hacimli olmasına rağmen okuması çok kolay kitaplardır genel olarak. Okuma süresince sürekli bir sonraki bölümü merak edersiniz. Ve bu sebepten bir çırpıda okuyup bitirirsiniz kitabı. Ama kitap bittikten sonra okuduğunuz son sizi şaşırtır. Hatta ben yazardan okuduğum bu ilk kitabı bitirdiğimde açıkçası okuduğum şeye pek bir anlam verememiştim. Ama yine de o ilk an ne olduğunu anlayamadığım bir şey ilgimi çekmişti. Bu sebepten elime geçtikçe yazarın başka kitaplarını da okumaya başladım. Ve ilk başta hissettiğim okuduğum şeyi anlamlandıramama hali yerini giderek bir hayranlık haline bıraktı.

 Yazarın kitaplarındaki benim ilgimi çeken yönlerden de biraz bahsetmek istiyorum. Öncelikle beni en çok hayran bırakan ve en sevdiğim özelliği yazarın kitaplarında gerçeküstü durum ve duyguları son derece doğalmış gibi aktarabilmesi. Öyle ki bu kısımları okuduğunuzda siz bile durumu yadsımıyorsunuz. Yazar bunu dili kullanımındaki ustalıkla başarıyor galiba. Bir edebiyat eleştirmeni değilim ama sanıyorum ki yazarın dilinin bu kadar güçlü olmasının sebebi aslında son derece yalın bir dilinin olması. Sözgelimi Murakami'nin kitaplarında süslü anlatımlar ve söz sanatlarını pek sık görmezsiniz. İçe dokunur alıntılar da yapamazsınız bu yüzden. Çünkü kitaplardan yaptığımız alıntılar genelde bizim kolay kolay ifade edemediğimiz şeylerin kısaca ve etkileyici bir biçimde ifade edilmiş halidir. Oysa Murakami'nin eserlerinde durum böyle değildir. O, hayattaki bir durumu veya bir olguyu, sizin ifade etmekte zorlandığınız veya gündelik yaşamınızda fark dahi etmediğiniz bir gerçekliği, tek bir cümlede ya da paragrafta vermez. Bu durumu tüm kitaba yedirir. Bu sebepten onun kitaplarını okumamış biri için onun kitaplarından yaptığınız alıntılar öyle pek de bir anlam ifade etmeyebilir. Ama sizin için, onun kitaplarını okumuş biri için, çok şey ifade ederler.

 Yazarın kitaplarında sevdiğim bir özellik de her kitabının adeta bir müzik listesi barındırıyor olması. Şimdiye kadar okuduğum tüm kitaplarında pek çok müzikten bahsediyor ve siz de ister istemez açıp o müzikleri dinleme ihtiyacı hissediyorsunuz. Ve bana sorarsanız bahsettiği müzikler gerçekten kaliteli müzikler. Her kitapta pek çok müzikten bahsetmesine rağmen genelde her kitabında özellikle üzerinde durduğu bir tane müzik oluyor ve bu parça kitabın başından sonuna kadar tüm okuma yolculuğu boyunca size eşlik ediyor. Böylece bu şarkı anlatılan hikayenin önemli bir parçası haline geliveriyor.

  Baktığınız zaman müzik çoğumuzun hayatında da benzer bir şekilde var olur. Genelde ister istemez bir şarkıyı bir anla veya bir anıyla özdeşleştiririz ve herhangi bir zamanda o şarkıyı dinlediğimizde aklımıza o anlar ve anılar üşüşüverir. Müziğin insanla olan bu ilişkisinin kitaplarda da bu şekilde yansıtılmış olması da benim gerçekten hoşuma giden bir durum.

 Gelelim yazarın hayatına. Burada birinin hayat hikayesi anlatırken doğum tarihi, doğum yeri ve buna benzer tek tıkta ulaşabileceğiniz bilgileri vermekten pek hoşlanmıyorum zira bunlar zaten her yerden ulaşabileceğiniz bilgiler. Ben daha başka yönlerinden bahsetmek istiyorum yazarın hayatının.

  Öncelikle bence yazar sahip olduğu karakter itibariyle örnek alınası ve ilham verici bir kişi. Böyle düşünmeme sebep olan çok keskin bir özelliği var kendisinin. Hayatındaki önemli kararların hepsini kendiliğinden, kendi isteğiyle almış. Mesela mesleği olan yazarlık da böyle. Yazarlık yapmadan önce bar işletmeciliği yapıyormuş ve tam da bu işten iyi para kazanır hale geldiğinde birdenbire yazar olmaya karar vermiş. Bu kararı etrafındaki herhangi biri veya birilerinin desteklemesi ya da yönlendirmesiyle değil tamamen kendi iradesiyle almış. Ve hatta bunu yapabilmek için işlettiği mekanı kapatması gerektiğine karar vermiş. Yazarlıktaki kariyerinin geleceği belirsiz olmasına ve zaten halihazırda iyi para kazanıyor olmasına rağmen mekanı kapatmış ve kendini tamamen roman yazmaya vermiş. Ve ilk kitabı Rüzgarın Şarkısı Dinle bu şekilde ortaya çıkmış.

   Murakami işletmeciliği bırakıp yazarlık yapmaya başladığında sadece mesleğini değil tüm yaşam biçimi değiştirmiş. Uyku saatlerini, insan ilişkilerini, her şeyi...Bence bu yazarın hayatın parçalarının yerini değiştirebilme özelliğinden kaynaklanan bir durum. Bir şeyi farklı bir biçimde yapabileceğini düşündüğü an o değişikliği yapmak için adım atmış. O adımı atacak cesareti bulmuş. Pek çoğumuz bu cesaretten yoksunuz. Yaptığımız hemen her şeyi bize öğretildiği biçimde yapmayı sürdürüyoruz. Çoğu durumda onun  üzerine bir şey koymak aklımıza dahi gelmiyor. Geldiğinde de bunu yapabilecek cesareti bulamıyoruz içimizde. Ve bu şekilde kendi tercihlerimizi yapmadan, kendimize tercih yapabilme imkânı yaratmadan bir ömrü yaşayıp tüketiyoruz. Başkalarının tercihleriyle yaşanan bir hayat ne kadar bize ait bir hayat olabilir ki? İşte tüm bu sebeplerden önce kendimi sonra sizleri sorgulamaya ve sorgulamalarımızın karşımıza çıkardığı gerçeklikler doğrultusunda kendimizi, dünyamızı değiştirmeye cesaret edebilmeye davet ediyorum. Umarım  bir gün bunu başarabiliriz. Keyifli günler!


Not: Son bölümde bahsettiğim hayatın parçalarını değiştirebilme konusunda bana ilham olan videoyu izlemek isterseniz şayet linkini aşağıya bırakacağım.

https://youtu.be/NMWzL7h2fPY

                                                                 -Eda

#aydinlatmakicindegilaydinlanmakicin


  

Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

MİLYONLAR ARASINDAN BİRİ

  Son paylaştığım yazıların hepsi aralarında uzun soluklar verilerek yazılmış birbirinden kopup gibi görünen ama benim aralarında gizli bağlar olduğunu düşündüğüm kısa kısa yazılarımı bir araya getirerek oluşturduğum yazılar. Bu şekilde bir şey ortaya koymaya çalışmak kendi yaptığım yapbozu tamamlamaya çalışmak gibi. Tüm o pasajları ilk kez yazarken gördüğüm o gizli bağları yeniden birbirine bağlamaya çalışıyorum. Bir yandan çile bir yandan da bir eğlence. Az sonra okuyacağınız yazı da aynı yollardan geçerek ortaya çıktı. Umarım keyifle okursunuz.       Sürekli başarmam gereken çok büyük işler varmış da ben hiçbiri için yeteri kadar çabalamıyormuşum gibi hissediyorum. Belki sosyal medya belki başka sebepler yüzünden sanki benim dışımdaki herkes çok motive olmuş bir halde büyük büyük hedefleri için çalışıyor da bir ben onları izlemekle yetiniyorum. Bu dünyayı ben kurtarmak zorunda mıyım? Belki daha da önemlisi kurtarabilir miyim?Kendi halimde, sessiz sakin ama mutlu bir hayat sürsem yet

EV

   Canımın çok sıkkın olduğu bazı zamanlarda kafamdan şu cümle geçiyor: "Eve gitmek istiyorum." Son zamanlarda birden fazla kez aynı cümle kafamın içinde yankılanınca biraz düşündüm. Nereye gitmek istiyorum? Benim evim neresi? Ev nereye denir, kime denir?    Bir insan ya da insanlar bir insanın evi olabilir mi pek çok insanın iddia ettiği gibi? Orhan Pamuk Benim Adım Kırmızı kitabında "Çünkü içinizde kalbinize nakşeylediğiniz bir sevgilinin yüzü yaşıyorsa eğer, dünya hâlâ sizin evinizdir." demişti. Peki eğer kalbimize nakşeylediğimiz o yüz de zaman içinde silinip gidiverirse? O zaman evsiz mi kalmış olacağız? Yeni bir ev arayışına mı gireceğiz?    Ama belki de o kadar da romantik bir tarafı yoktur bu meselenin ve yaşamımızı geçirdiğimiz dört duvardan ibarettir ev. Ya da  belki ailesinin yanıdır insanın evi. Peki eğer öyleyse neden bazen ailemizin yanına dönmüş olsak bile eve dönmüş gibi hissetmeyiz? İzlediğim en güzel dizilerden biri olan Lost'ta Kang Jae de b

ÇERÇEVELER

  Hepimiz herkesi ve her şeyi kendi oluşturduğumuz bir  çerçevenin ardından görüyoruz. Bu çerçeve bizim özümüzü oluşturan özelliklerimizin ve okuduklarımızın, dinlediklerimizin, maruz kaldığımız olayların, vakit geçirdiğimiz yerlerin ve insanların bir sentezinden oluşuyor. Bu çerçevenin varlığı sebebiyle bir şeyi sırf olduğu haliyle göremiyoruz aslında. Bahsettiğim çerçeveyi bir kenara koyup bir şeyi sırf olduğu haliyle görebilmek mümkün mü peki? Bunu hâlâ düşünüyorum ama bu başka bir yazının konusu olsun.  Sahip olduğumuz çerçeve sayesinde şeyleri sırf oldukları halleriyle göremediğimiz için bizim gördüğümüz ile o şeyin aslı bir değil. Belki de bu yüzden örneğin bir insan için "Ben onu böyle tanımamıştım."  ya da "Onu çok yanlış tanımışım." demenin bir anlamı yok çünkü gördüğümüz kişi aslında o değildi. Gördüğümüz, görmeyi umduğumuzdu.    Bu düşünce akışını devam ettirdiğimde herkesi kendi çerçevemden görüp değerlendirdiğim için aslında hayatımdaki tüm bu insanları