Ana içeriğe atla

VIRGINIA WOOLF

  Uzun bir aranın ardından herkese yeniden merahaba! Bundan sonra bu molaların arası bir süre için daha giderek açılacak gibi duruyor ne yazık ki ama sık sık olmasa da sizlere bir şeyler sunmaya elimizden geldiğinde devam edeceğiz. Umuyoruz ki sizler de keyifle okursunuz.

  Bugün sizlere çok sevdiğim bir yazar olan Virginia Woolf'tan bahsedeceğim.

 Virginia Woolf 1882 yılında Londra'da dünyaya geldi. Babası da kendisi gibi  dönemin tanınmış yazarlarından biriydi. Virginia'nın meslek seçimi konusunda babasından etkilenmiş olabileceğini söylesek sanıyorum yanlış bir laf etmiş olmayız.

  O  dönemde çoğunlukla kadınlar okula gönderilmediği için Virginia eğitimini evde ve büyük oranda babasından aldı. Virginia da kardeşi Vanessa da daha küçük yaşlarda ileride yapmak istedikleri meslekleri gayet açık ve net bir şekilde ifade etmişler. Aslında bu küçük olaydan dahi her ne kadar kadınların ikinci bir plana atıldığı bir dönemde yaşamış olsalar dahi aile içinde bu anlamda çok kesin bir ayrım yapılmadığını görebiliriz.

  Aslında çok daha öncesinde yazmaya başlayan Virginia ilk kitabı  Dışa Yolculuk adlı eseri ancak 1915 yılında yayınlatabilmiştir. Bunun sebebi muhtemelen o dönemde basımevlerinin kadın yazarların eserlerini basmak konusunda pek de istekli davranmamasıdır. Virginia'nın 1912 yılında Leonard Woolf ile evlenmesi ve eşinin kendisi için bir basımevi kurmasının Virginia'nın kitaplarını yayınlatmasında kolaylaştırıcı bir etkisi olduğu aşikâr.

  İkinci romanı olan Gece ve Gündüz dışında Woolf kitaplarında bilinç akışı tekniğini yoğun olarak kullanmış. Bu anlamda bilinç akışı tekniğini en farklı ve bence en güzel şekilde kullandığı eseri Dalgalar ise gerçekten hakkında ayrı bir başlık oluşturmayı hak edecek kadar ilgi çekici bir eser. Yazar bu eserde üç kadın ve üç erkek karakterin doğumdan ölümüne kadar geçen süreyi yalnızca onların iç dünyalarındaki yansımalar üzerinden ele alarak anlatıyor. Eserde bir olay, zaman, mekan yok. Dış dünya yalnızca onların iç dünyalarına tezahür ettiği kadarıyla bizlere sunuluyor. Ve bu durum belki de hepimizin yaşadığı pek çok insani bunalımın eserde  karşımıza çıkmasına olanak sağlıyor. İşte böylesi durumlardan birkaçı:

"Boş ver, iyidir hayat, yine de dayanılabilir hayata. Pazartesiyi salı izler, sonra çarşamba olur. Bilinç halkalar geliştirir kimliğin güçlenir, acılar olgunlaşma içinde eritilir. Gitikçe çoğalan mırıldanma ve dayanıklılık içinde açıp kapayarak, kapayıp açarak bütün varlığın, bir saatin zembereği bi içeri-dışarı yayılıyor görünene dek gençliğin telaşlılığı ve coşkusu ile koşulur. Nasıl da hızlı akar ırmak ocaktan aralığa doğru! Bir tek gölge bile düşürmeyecek denli yakınımızda gelişen olayların seliyle sürüklenip götürülüyoruz. Yüzüyoruz, yüzüyoruz."

"...o birbirinin içine girmiş duyumların, karmaşıklığın, ezici güçlerin, her yerden, aynı anda dört bir koldan gelen hayat sarsıntılarına tümden hazırlıksız oluşun karşısında kalakaldım."

"Hayat öylesine korkunçtu ki gölge üzerine gölge çıkardım ortaya."

 Virginia Woolf'tan bahsedip de onun feminist yanından bahsetmemek olmaz sanıyorum ki. Eserlerinin pek çoğunda feminist karakterinin yansımalarını görmek mümkün. Zaten bence kadınların geri plana atılmaya çalışıldığı bir dönemde yaşamış ve bu saçmalığı dile getirmeye imkanı olan herhangi bir kadının feminist bir çizgisinin olmaması bir hayli düşük bir ihtimal. Virginia da eserlerinde bu tutumunu gayet açık ve net bir şekilde ortaya koyuyor aslında. Bu tavrının belki de en net biçimde görülebildiği eseri olarak da Kendine Ait Bir Oda'yı sayabiliriz. Virginia bu eserinde özellikle erkeklerin kadınlara yönelttiği, kadınları aşağılayan ya da erkekleri yücelten birtakım söylemleri bir bilim insanı ciddiyetiyle ele alarak erkeklerin kadınlara yönelttiği her bir sorgulamaya mantıklı ve makul yanıtlar veriyor. Ve onlara şöyle sesleniyor: "İsterseniz kitaplıklarınıza kilit vurun; ama zihnimizin özgürlüğüne vurabileceğiniz ne bir kilit var ne de sürgü, ne de kapatabileceğiniz bir kapı."

 Ve ardından tüm kadınlara da şöyle sesleniyor:  “Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın!..”

  Tüm bu güzel eserleri ve mücadelelerinin yanı sıra Virginia kendi içinde başka bir şeyle daha mücadele ediyordu: depresyon. Uzun bir süre bu hastalıkla mücadele eden Virginia süregiden 2.Dünya Savaşı'nın getirdiği karamsarlığın da etkisiyle devam edecek gücü kendinde bulamadı ve ne yazık ki 1941 yılında ardında birisi eşine birisi de kız kardeşine olmak üzere iki mektup bırakarak yaşamına son verdi. Woolf'un hayatını merak edip de onu şöyle bir araştırsanız bile Woolf'un eşine bıraktığı mektubu görmüş olma ihtimaliniz çok yüksek. Ben buraya sadece benim içime en çok dokunan şu sözlerini eklemekle yetineceğim: "Eğer biri beni kurtarabilseydi, o kişi sen olurdun."

  Zaman zaman Virginia o zaman değil de şu anda, 21.yüzyılda,yaşasaydı acaba yine de depresyonuyla baş etmekte bu kadar zorlanır mıydı diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Belki de yaşamazdı. Fakat muhtemelen  Virginia'nın Virginia olmasını sağlayan hem depresyonu hem de o çağın özellikleriydi. Bu aslında adeta bir bileşik oluşturmak gibi. Hepimiz, içinde yaşadığımız çağın, ailenin, kültürün bize verdiklerinin ve tabii zaaflarımızın, güçlü yanlarımızın oluşturduğu birer bileşik gibiyiz. Ve bu bileşikte de her şeyin belli bir oranı var. Oranları değiştirirsek ürünler ,yani bizler de değişiriz. O yüzden sanırım aslında hepimiz olmamız gerektiği gibiyiz. Tıpkı Virginia'nın dediği gibi: "Ne aradıysam zıddını buldum, doğruyu aradım yanlışı buldum, dostumu aradım düşmanımı buldum, aramayı bıraktığımda ise doğruların ve yanlışların ötesinde, renklerin zıtlığında resmin bütününü gördüm. Ne doğru vardı, ne yanlış, ne kötü vardı ne de iyi, her şey olması gerektiği gibi."

                                                                -Eda



#aydinlatmakicindegilaydinlanmakicin

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

MİLYONLAR ARASINDAN BİRİ

  Son paylaştığım yazıların hepsi aralarında uzun soluklar verilerek yazılmış birbirinden kopup gibi görünen ama benim aralarında gizli bağlar olduğunu düşündüğüm kısa kısa yazılarımı bir araya getirerek oluşturduğum yazılar. Bu şekilde bir şey ortaya koymaya çalışmak kendi yaptığım yapbozu tamamlamaya çalışmak gibi. Tüm o pasajları ilk kez yazarken gördüğüm o gizli bağları yeniden birbirine bağlamaya çalışıyorum. Bir yandan çile bir yandan da bir eğlence. Az sonra okuyacağınız yazı da aynı yollardan geçerek ortaya çıktı. Umarım keyifle okursunuz.       Sürekli başarmam gereken çok büyük işler varmış da ben hiçbiri için yeteri kadar çabalamıyormuşum gibi hissediyorum. Belki sosyal medya belki başka sebepler yüzünden sanki benim dışımdaki herkes çok motive olmuş bir halde büyük büyük hedefleri için çalışıyor da bir ben onları izlemekle yetiniyorum. Bu dünyayı ben kurtarmak zorunda mıyım? Belki daha da önemlisi kurtarabilir miyim?Kendi halimde, sessiz sakin a...

EV

   Canımın çok sıkkın olduğu bazı zamanlarda kafamdan şu cümle geçiyor: "Eve gitmek istiyorum." Son zamanlarda birden fazla kez aynı cümle kafamın içinde yankılanınca biraz düşündüm. Nereye gitmek istiyorum? Benim evim neresi? Ev nereye denir, kime denir?    Bir insan ya da insanlar bir insanın evi olabilir mi pek çok insanın iddia ettiği gibi? Orhan Pamuk Benim Adım Kırmızı kitabında "Çünkü içinizde kalbinize nakşeylediğiniz bir sevgilinin yüzü yaşıyorsa eğer, dünya hâlâ sizin evinizdir." demişti. Peki eğer kalbimize nakşeylediğimiz o yüz de zaman içinde silinip gidiverirse? O zaman evsiz mi kalmış olacağız? Yeni bir ev arayışına mı gireceğiz?    Ama belki de o kadar da romantik bir tarafı yoktur bu meselenin ve yaşamımızı geçirdiğimiz dört duvardan ibarettir ev. Ya da  belki ailesinin yanıdır insanın evi. Peki eğer öyleyse neden bazen ailemizin yanına dönmüş olsak bile eve dönmüş gibi hissetmeyiz? İzlediğim en güzel dizilerden biri olan Lost'ta Kan...

HATIRALARIN GÖLGESİ

   Küçüklüğümden beri beni en çok ürküten şeylerden birisi zamanın akışıydı. İleride neler olacağını asla bilememek ve iyi veya kötü pek çok ihtimalin gerçekleşebilecek olması beni dehşete sürüklerdi. Bazen hâlâ sürüklüyor. Ama eskisi kadar değil. Artık zamanın içinde barındırdığı tüm o ihtimallerden korkmuyorum. Tüm o ihtimaller beni heyecanlandırıyor da diyemem açıkçası ama sanırım en azından onlarla baş edebilecek gücü bulacağıma inanıyorum. Aslında hayır, inanmıyorum. Biliyorum.     "Her güzel şeyin sonu vardır." Bu cümle hayatımdaki güzel şeylerin bir gün mutlaka sona ereceğini bana hatırlatan bir lanet gibi gelirdi hep. Bunu duymaktan nefret ederdim. Kulaklarımı kapatırsam eğer bu lanetin gerçekleşmesini engelleyebilirim sanırdım. Tabii öyle olmadı. Olması mümkün de değil zaten. Çünkü gerçekten her güzel şeyin sonu var. Aslında sadece güzel şeylerin değil aynı zamanda her kötü şeyin de, çok şükür demeliyiz bu noktada, bir sonu var. 20 yılın sonunda her şeyin bi...