Ana içeriğe atla

"HAYIR" DİYEBİLEN AMA KARŞI OLDUKLARINI DEĞİŞTİREMEYEN: NEVHİZ TANYELİ

  


 Dokuz aylık uzun bir aranın ardından yeniden herkese merhaba! Açıkçası buraya dönmek pek de öyle kolay olmadı. Önce haftalar süren uygun konuyu bulma çabaları ve sonrasındaysa biraz ondan biraz bundan şeklinde süregiden araştırmalar ve denemeler... Ama sonunda işte yeniden buradayım! 

 Üniversite sebebiyle yaklaşık iki aydır farklı bir şehirdeyim ve yaşamaya başladığım bu yeni şehri tanımak için ufak ufak etrafı gezmeye çalışıyorum. Ve geçen hafta bu küçük gezilerin birinde yolum Türkiye İş Bankası İktisadi Bağımsızlık Müzesi'ne de düştü. Binanın kendi güzelliğinin ve içinde barındırdığı diğer pek çok güzel şeyin yanı sıra Başkent Kültür Yolu Festivali bünyesinde ressam Nevhiz Tanyeli'nin Varlığımın Garip Şarkısı isimli resim sergisi de burada ziyaretçilerin beğenisine sunulmuştu. Ve ben de bu sergiyi gezme şansını yakaladım. Açık konuşmak gerekirse bu sergiye gelene kadar Nevhiz Tanyeli ismini hiç duymamıştım-tabii ki benim ayıbım- Fakat sergideki resimler beni gerçekten etkiledi ve her sanat eserinde hissettiğime benzer şekilde bu eseri ortaya koyan insanı merak etmeme sebep oldu. Bu yüzden hemen etrafıma bir göz attım. Sergi alanında ressamla ilgili bana bir fikir veren şöyle bir bölüm bulunuyordu:

  Tabii bu bilgiler benim için pek de yeterli olmadı. O yüzden eve döndüğümde biraz araştırma yaptım. Öncelikle ressamın ismini internette arattığımda ilk karşıma çıkan birkaç temel bilgiyi sizinle de paylaşmakla başlayayım. Nevhiz Tanyeli 1941 yılında Edirne'de doğmuş. Aslında kendisinin resme ilgisinin olması çok da şaşırtıcı bir şey değil zira içinde sanatın neredeyse her türlüsünün icra edildiği bir evde büyümüş Nevhiz Tanyeli. Felsefe öğretmeni olan babası evde keman çalar ve çeviri yaparmış Hatta ressamın hem annesi hem de babası tıpkı ressamın kendisi gibi resim de yaparlarmış. Böyle bir ortamda büyüyen Nevhiz Tanyeli küçüklüğünden itibaren resim yapmaya başlamış. Aslında en başında kızlarının resme olan ilgisini sürekli destekleyen anne ve babası Nevhiz'in resme olan ilgisinin ressam olma hayaline dönüştüğünde aynı tavrı sergilememişler ve hatta aç kalacağını ileri sürerek onu vazgeçirmeye çalışmışlar. Fakat o tüm bunlara rağmen kararında direnmiş ve önce Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'ne oradan da eğitim için Paris'e gitmiş. Ve en başında varmak istediği noktaya ulaşmış.

 Aslında öğrenmek isteseniz sizin de kolaylıkla erişebileceğiniz birkaç bilgiyi paylaştıktan sonra bu tarz içeriklere sahip yazılarımda her zaman yaptığım gibi tek tıkla ulaşmanızın mümkün olmadığı ressamın resimleriyle ilgili kendi izlenimlerimi paylaşmak istiyorum şimdi de.

 Aslında ressamın çoğu eserine baktığımda ilk gördüğüm şey kaotik bir ortam oldu. Belirgin çizgiler ve desenler arasındaki figürleri bazen ilk bakışta seçemedim. Seçsem dahi ne olduklarını tam olarak anlayamadım. Hatta denk geldiğim bazı resimlerde resmin ayrı köşelerinde birbirinden tamamen bağımsız ve alakasız gibi görünen figürler gördüm. Resimlere yaklaşıp uzaklaştıkça ve baktığım açıyı değiştirdikçe de gördüğüm o karmaşık şekiller giderek anlam kazandı, sonra tekrar anlamını kaybetti, sonra yeni ve başka bir anlam kazandı. Aslında resimlerin bu yönü bence tıpkı hayatlarımız gibi. Hepimizin kendi hayatı ona dışarıdan bakan bir diğerine tıpkı benim bu resimlere baktığımda ilk gördüğüm gibi kaotik ve karmaşık geliyor. Ama ona yaklaşıp farklı açılardan bakmayı denedikçe gördüklerimiz değişiyor; bazen anlam kazanıyor, bazen var olduğunu düşündüğümüz anlamını kaybediyor ve gözümüzde bambaşka bir şeye dönüşüyor. Aslında yalnızca bir başkasının hayatına bakarken değil insan aynı hissi bazen kendi hayatına bakarken de hissediyor. Bazen bir şeyler olup bitiyor ve hayatımıza dönüp baktığımızda görebildiğimiz tek şey karmaşık çizgiler ve birbirinden tamamen bağımsız görünen figürler oluyor. Ama gözlerimizi üzerine dikme cesaretini gösterip  hayatımıza yeniden ve bu defa farklı açılardan bakmaya başladığımızda gördüğümüz tüm manzara aniden değişiveriyor. Bu yeni manzara bazen hoşumuza gidiyor bazense belki de bizi hüsrana sürüklüyor. Fakat bence her iki ihtimalin de aslında sadece yeni olmalarıyla bile heyecan verici olduğunu fark edebilirsek bu yeni manzarayla ne yapacağımızı bulma konusunda daha rahat edebiliriz. Çünkü Hakan Günday'ın Kinyas ve Kayra'da "Kendimi defalarca buldum, defalarca kaybettim." sözüyle de anlatmış olduğu gibi insan yaşamı boyunca kendini defalarca bulur ve sonra yeniden kaybeder. Hayatımız bir bakarız her şey iyi gider sonra yeniden kötü... Ya da Nick Miller'ın dediği gibi "Life sucks and then its get better, and then it sucks again." Ve tüm bu döngüdeki muhtemelen en güzel şey kendimizi yeniden bulduğumuz her seferinde farklı biriyle karşılaşıyor olmamız. Her ne kadar bu yeni birini tanımak her zaman çok kolay olmuyor olsa da heyecan vericidir çünkü her seferinde aslında en başından beri içimizde barındırdığımız bambaşka biriyle karşılaşırız. 

 Tüm bu bul kaybet oyunu bizim doğumumuzla başlar ve ölümümüze kadar da devam eder. Hem sergide hem de ressamı araştırdıktan sonra ilgi çekici bulduğum eserlerin bir kısmı da tam da bu konuları işliyor ve ressam doğum ve ölüm temalı bu resimleri hakkında şöyle söylüyor: "Doğduğumuzda başlıyoruz, ölümü de içimizde taşımaya."  İşte bence tüm bu bul kaybet oyunu boyunca da kendimiz kaybettiğimiz her seferinde içimizde taşıdığımız o ölümden bir parça yaşarız ve o zamana kadar olduğumuz kişiyi kısmen ya da tamamen bir kenara bırakır ve sonra yeniden doğarız.

 Ressamın eserleriyle ilgili benim hislerim ve düşüncelerimden yeterince bahsettik sanırım. Biraz da ressamın kendi resimlerini nasıl tanımladığına bakalım istiyorum. Aslında Nevhiz Tanyeli bu konuda net bir şey ifade edemeyeceğini söylüyor. Ve şu sözlerle bu konudaki fikirlerini açıklıyor:"... resimlerimi tanımlamak benim için neredeyse olanaksız. Çünkü farklı bir dil bu. Görsel bir dille çalışıyorum. Sözel dile çevirmek bir yere kadar mümkün."

 Aslında bu sözlerden de anlayabileceğimiz gibi bir sanat dalının başka bir sanat dalının ifadeleriyle açıklanması son derece zor hatta neredeyse olanaksız. Bana sorarsanız bu çaba aynı zamanda gereksiz de. Çünkü zaten eğer bahsi geçen his ya da fikir ya da o duygu her neyse artık onu kelimelerle ifade edebilecek olsaydı kişi o yolu tercih ederdi. Herhangi bir sanat dalı için bunun geçerli olduğunu düşünüyorum. Zaten baktığımız zaman kelimelerle ifade edemediğimiz bazı şeyleri başka bir yolla ifadeye etmeye çalışırken yaptığımız şey değil midir sanat? Orhan Pamuk'un Sessiz Ev'de dediği gibi: "Kelimeler, üstümüzdeki örtüleri kaldırmıyor, daha da gizliyordu bizleri." Çünkü bazen kelimeler anlatmak istediğimiz şeyi anlatabilmemiz konusunda bize pek de yardımsever davranmayabilir. Hal böyle olunca da biz insanlar bu hisleri ya da fikirleri anlatabilmek için bazen resmi bazen müziği bazense bambaşka bir şeyi kullanmayı tercih ediyoruz. İyi ki de ediyoruz. Böylece ortaya harika eserler çıkartabiliyoruz.

  Ressamımız her ne kadar resimleriyle ilgili kesin şeyler söylemese de şu ana kadarki sanat hayatıyla ilgili şunları ifade ediyor: "Dönüp yaşam boyu yaptığım resimlere baktığımda, Türkiye'de yaşamış bir ressamın görsel güncesini görür gibi oluyorum. Resmi olmayan, özgün bir günce... 'Hayır' diyebilen ama karşı olduklarını değiştiremeyenin güncesi..."

 Uzun zaman sonra buraya içerik sunabilmek adına yeni bir şeyler öğrenmek ve yazmak benim için çok keyifliydi. Umarım sizler de okurken keyif almışsınızdır. Bu sefer son defa olduğundan çok daha kısa bir süre sonra yeniden görüşmek dileğiyle. Hoşça kalın!






                                                                                                              -Eda

#aydinlatmakicindeğilaydinlanmakicin




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

MİLYONLAR ARASINDAN BİRİ

  Son paylaştığım yazıların hepsi aralarında uzun soluklar verilerek yazılmış birbirinden kopup gibi görünen ama benim aralarında gizli bağlar olduğunu düşündüğüm kısa kısa yazılarımı bir araya getirerek oluşturduğum yazılar. Bu şekilde bir şey ortaya koymaya çalışmak kendi yaptığım yapbozu tamamlamaya çalışmak gibi. Tüm o pasajları ilk kez yazarken gördüğüm o gizli bağları yeniden birbirine bağlamaya çalışıyorum. Bir yandan çile bir yandan da bir eğlence. Az sonra okuyacağınız yazı da aynı yollardan geçerek ortaya çıktı. Umarım keyifle okursunuz.       Sürekli başarmam gereken çok büyük işler varmış da ben hiçbiri için yeteri kadar çabalamıyormuşum gibi hissediyorum. Belki sosyal medya belki başka sebepler yüzünden sanki benim dışımdaki herkes çok motive olmuş bir halde büyük büyük hedefleri için çalışıyor da bir ben onları izlemekle yetiniyorum. Bu dünyayı ben kurtarmak zorunda mıyım? Belki daha da önemlisi kurtarabilir miyim?Kendi halimde, sessiz sakin a...

EV

   Canımın çok sıkkın olduğu bazı zamanlarda kafamdan şu cümle geçiyor: "Eve gitmek istiyorum." Son zamanlarda birden fazla kez aynı cümle kafamın içinde yankılanınca biraz düşündüm. Nereye gitmek istiyorum? Benim evim neresi? Ev nereye denir, kime denir?    Bir insan ya da insanlar bir insanın evi olabilir mi pek çok insanın iddia ettiği gibi? Orhan Pamuk Benim Adım Kırmızı kitabında "Çünkü içinizde kalbinize nakşeylediğiniz bir sevgilinin yüzü yaşıyorsa eğer, dünya hâlâ sizin evinizdir." demişti. Peki eğer kalbimize nakşeylediğimiz o yüz de zaman içinde silinip gidiverirse? O zaman evsiz mi kalmış olacağız? Yeni bir ev arayışına mı gireceğiz?    Ama belki de o kadar da romantik bir tarafı yoktur bu meselenin ve yaşamımızı geçirdiğimiz dört duvardan ibarettir ev. Ya da  belki ailesinin yanıdır insanın evi. Peki eğer öyleyse neden bazen ailemizin yanına dönmüş olsak bile eve dönmüş gibi hissetmeyiz? İzlediğim en güzel dizilerden biri olan Lost'ta Kan...

HATIRALARIN GÖLGESİ

   Küçüklüğümden beri beni en çok ürküten şeylerden birisi zamanın akışıydı. İleride neler olacağını asla bilememek ve iyi veya kötü pek çok ihtimalin gerçekleşebilecek olması beni dehşete sürüklerdi. Bazen hâlâ sürüklüyor. Ama eskisi kadar değil. Artık zamanın içinde barındırdığı tüm o ihtimallerden korkmuyorum. Tüm o ihtimaller beni heyecanlandırıyor da diyemem açıkçası ama sanırım en azından onlarla baş edebilecek gücü bulacağıma inanıyorum. Aslında hayır, inanmıyorum. Biliyorum.     "Her güzel şeyin sonu vardır." Bu cümle hayatımdaki güzel şeylerin bir gün mutlaka sona ereceğini bana hatırlatan bir lanet gibi gelirdi hep. Bunu duymaktan nefret ederdim. Kulaklarımı kapatırsam eğer bu lanetin gerçekleşmesini engelleyebilirim sanırdım. Tabii öyle olmadı. Olması mümkün de değil zaten. Çünkü gerçekten her güzel şeyin sonu var. Aslında sadece güzel şeylerin değil aynı zamanda her kötü şeyin de, çok şükür demeliyiz bu noktada, bir sonu var. 20 yılın sonunda her şeyin bi...