Ana içeriğe atla

YİTİP GİTMEMEYİ BAŞARABİLMEK

  İnsanın kendine uzaklaşması belki de her şeyin birbirine girdiği ve işlerin artık kurtarılamaz olduğu o ilk an başlıyor. Önce adım adım ama kararlı bir şekilde uzaklaşıyor kişi eski benliğinden. Çoğu zaman bunu kendi arzumuzla yapmıyoruz. Bir şey bizi sürüklüyor adeta. Direnmeye çalışıyoruz zaman zaman. Eskiye tutunmaya çalışırken ellerimiz yüzülüyor, yara bere içinde kalıyoruz. Sonra bir yandan sızlayan yaralarımız bir yandan kaybettiğimiz benliğimiz derken karanlıkta kaybolup gidecekmişiz gibi hissediyoruz. Kaybolmanın ilk adımı diyebileceğimiz bu noktada tek istediğimiz eski benliğimize kavuşmak oluyor. Hâlâ ona ihtiyaç duyuyor, onu özlüyoruz. Yeniden eskisi gibi olmak için çırpınıp duruyoruz. Ama yaptığımız her şeyin boşa çabalamak olduğunu da biliyoruz.

  Sonra adım adım umursamazlık işlemeye başlıyor içimize. Artık kaybolmaktan, yitip gitmekten bile korkmuyoruz. Yavaş yavaş canlılığını kaybeden bir çiçek gibi solup gitmek istiyoruz. Hiçbir şey yapmıyoruz artık iyileşmek için. Önümüze gelen anı yaşamıyoruz bile artık, geçmesini bekliyoruz sadece. Murakami'nin şu alıntısına dönüşüyor hayatımız: "Sonraki altı ay karanlık bir kuyuda yaşamışım gibi geçmişti. Bir çayırın ortasına sığabileceğim derinlikte bir çukur kazmış, kendimi oraya gömmüş, sonra da tüm seslere kulaklarımı kapatmıştım. İlgimi çeken tek bir şey bile yoktu."

  Sonra daha da derinlerine batıyoruz o karanlık denizin. Artık tüm bu karmaşanın bir an önce son bulmasını istiyoruz sadece. İzlediğim dizide Yeom Mi-Jeong'un da dediği gibi dünya o an kaybolup gitse umrumuzda olmayacak gibi geliyor.


  Ama sonuç olarak insanız. Yaşamak, bize tanınan zamanı olabildiğince güzel harcamak istiyoruz hepimiz en nihayetinde. İyileşmek istiyoruz bu yüzden. Belki de her şeyden çok... Kim olduğumuzu hatırlayamayacak denli kendimizden uzaklaşmış da olsak hâlâ "biri" olduğumuzu hatırlıyoruz yavaş yavaş. Bu yeni birini tanımasak, belki eski benliğimize özlem de duysak yeniye kucak açmadıkça devam edemeyeceğimizi görebiliyoruz. Kabullenmek belki de hayattaki en zor şeylerden biri de olsa kabullenmekten başka çarenin olmadığını, bir kez daha, seziyoruz. Kısacası içinde yitip gitmekten korktuğumuz bu hüzün denizinden çıkıp yeniden mutluluğun ve huzurun kıyılarına varabilmek istiyoruz.


  İyileşmek için ne yapmalıyız? Nasıl bir meşguliyet edinmeliyiz? Sadece kendimizi mi dinlemeliyiz? Eski meşguliyetlere mi tutunmalı yoksa yenilerini mi edinmeye çalışmalıyız? Açıkçası ben hepsini denemeye çalıştım. Hiçbirini sürdüremedim. Sürdürsem de arka planda bir yerde her daim eski benliğimi özlemeye devam ettim. Sonra artık denemekten vazgeçtim ve sadece devam etmeye odaklanmaya karar verdim. Aklımdan geçen ve bana hiç tanımadığım bir yabancının fikirlerinden bile daha yabancı gelen fikirlere rağmen, dışarıdan ve içimden gelen tüm seslere rağmen sadece devam etmeye çalıştım. Kaliteli ve güzel bir hayat sürmeyi bir kenara bıraktım ve sadece yaşamaya çalıştım ve iyileşmeyi her şeyden çok istedim.

  Sahip olduğumuz şeyleri sonsuza kadar kaybetme korkusu bazen bizi hayata döndüren itici güç olabiliyor. Sahip olduğumuz şeyler deyince de öyle para, ün, sevdiğimiz insanlar anlaşılmasın illa. Benim kaybetmekten korktuğum daha doğrusu çoktan kaybettiğimi ve geri dönmeyeceğini düşündüğüm şey yaşama olan bakışımdı. Göğe olan, Ay'a olan sevgim, kitaplarım, gündelik hayatımın küçük ama benzersiz detaylarıydı. O detayları görebilme ve onları sevebilme gücümü sonsuza kadar kaybettiğimi sandım. İçimi kaplayan ve her zerreme hatta benden de öteye yayılan o hüzün olmadan, hiçbir şeye bakamayacağımı sandım. Daha önce tatlı bir tebessümle ve sevinçle gördüğüm her şeyi artık ancak o hüzün perdesinin ardından görebileceğimi sandım. Ama geçti.

  Geçmesini sağlayan ne oldu hâlâ tam olarak bilmiyorum. Eskiden bize iyi gelen şeyleri yapmanın gerçekten iyileştirici bir gücü olduğunu düşünürdüm. Ama artık, size hiçbir şeyin iyi gelmeyeceğini düşündüğünüz o noktada bunların da anlamsızlaştığını biliyorum. Yine de tüm bunlara rağmen geçmesini sağlayan şey belki de sadece iyileşme isteğimdi. Belki de yaramıza merhem bulmaya çalışıp kendimizi daha çok hırpalamak yerine yapmamız gereken tek şey bir sebepten kaybettiğimiz, kaybetmemiz gereken, benliğimizin yasını tutmak ve yeniden iyileşeceğimiz günü sabırla beklemektir. Her şeye ve herkese hatta kendimize olan inancımızı yitirsek de bir gün elbet iyileşeceğimize olan inancımızı yitirmemek bile bize merhem olmaya yetebiliyordur belki de.

   Yasımızın üstesinden geldikten sonraysa adım adım değişen, dönüşen ve mutlaka gelişen yeni benliğimizle tanışma vakti geliyor. Tırtılın kozasında rahatsız hissetmesi misali yaşadığımız tüm o rahatsızlıklardan sonra kelebeğe dönüşmüş benliğimizin kozasından çıkıp uçtuğu o ilk an her zaman ama her zaman büyüleyici bir an olmaya devam ediyor. Bu yüzden sonuç olarak başımıza gelen, canımızı yakan ne olursa olsun ve ne yaşanırsa yaşansın bir gün kendimiz için "Sonuç ne olursa olsun, yitip gitmemeyi başarabilmişti." diyebilmek yeterli oluyor. Ta ki bir sonraki koza canımızı yakmaya başlayıncaya dek...

  Hepimiz hayatımızın bazı dönemlerinde bazı şeyler ve kişilerle vedalaşmak zorunda kalıyoruz ve doğal olarak zorlanıyoruz. Ama bence insana en zor ve ağır gelen veda insanın kendine ettiği veda oluyor. Bugün kendi deneyimlerimi de paylaşarak bu konuya değinmek istedim. Umarım bir gün hepimiz artık bize uymayan ve değiştirilme vakti gelmiş olan benliklerimizle cesurca vedalaşıp yenilerini sevgi ve şefkatle karşılayabiliriz. Hoşça kalın!

  

                                                               -Eda



      #aydinlatmakicindegilaydinlanmakicin





Not: Yazımda birkaç sahnesine yer verdiğim dizi My Liberation Notes. Murakami'den yaptığım ilk alıntı Pinball 1973 ve ikinci alıntı da 1Q84 serisi üçüncü kitaptan. Daha fazlasını izlemek ve okumak isteyenler için bunları da buraya bırakmak istedim.











Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

MİLYONLAR ARASINDAN BİRİ

  Son paylaştığım yazıların hepsi aralarında uzun soluklar verilerek yazılmış birbirinden kopup gibi görünen ama benim aralarında gizli bağlar olduğunu düşündüğüm kısa kısa yazılarımı bir araya getirerek oluşturduğum yazılar. Bu şekilde bir şey ortaya koymaya çalışmak kendi yaptığım yapbozu tamamlamaya çalışmak gibi. Tüm o pasajları ilk kez yazarken gördüğüm o gizli bağları yeniden birbirine bağlamaya çalışıyorum. Bir yandan çile bir yandan da bir eğlence. Az sonra okuyacağınız yazı da aynı yollardan geçerek ortaya çıktı. Umarım keyifle okursunuz.       Sürekli başarmam gereken çok büyük işler varmış da ben hiçbiri için yeteri kadar çabalamıyormuşum gibi hissediyorum. Belki sosyal medya belki başka sebepler yüzünden sanki benim dışımdaki herkes çok motive olmuş bir halde büyük büyük hedefleri için çalışıyor da bir ben onları izlemekle yetiniyorum. Bu dünyayı ben kurtarmak zorunda mıyım? Belki daha da önemlisi kurtarabilir miyim?Kendi halimde, sessiz sakin ama mutlu bir hayat sürsem yet

ÇERÇEVELER

  Hepimiz herkesi ve her şeyi kendi oluşturduğumuz bir  çerçevenin ardından görüyoruz. Bu çerçeve bizim özümüzü oluşturan özelliklerimizin ve okuduklarımızın, dinlediklerimizin, maruz kaldığımız olayların, vakit geçirdiğimiz yerlerin ve insanların bir sentezinden oluşuyor. Bu çerçevenin varlığı sebebiyle bir şeyi sırf olduğu haliyle göremiyoruz aslında. Bahsettiğim çerçeveyi bir kenara koyup bir şeyi sırf olduğu haliyle görebilmek mümkün mü peki? Bunu hâlâ düşünüyorum ama bu başka bir yazının konusu olsun.  Sahip olduğumuz çerçeve sayesinde şeyleri sırf oldukları halleriyle göremediğimiz için bizim gördüğümüz ile o şeyin aslı bir değil. Belki de bu yüzden örneğin bir insan için "Ben onu böyle tanımamıştım."  ya da "Onu çok yanlış tanımışım." demenin bir anlamı yok çünkü gördüğümüz kişi aslında o değildi. Gördüğümüz, görmeyi umduğumuzdu.    Bu düşünce akışını devam ettirdiğimde herkesi kendi çerçevemden görüp değerlendirdiğim için aslında hayatımdaki tüm bu insanları

EV

   Canımın çok sıkkın olduğu bazı zamanlarda kafamdan şu cümle geçiyor: "Eve gitmek istiyorum." Son zamanlarda birden fazla kez aynı cümle kafamın içinde yankılanınca biraz düşündüm. Nereye gitmek istiyorum? Benim evim neresi? Ev nereye denir, kime denir?    Bir insan ya da insanlar bir insanın evi olabilir mi pek çok insanın iddia ettiği gibi? Orhan Pamuk Benim Adım Kırmızı kitabında "Çünkü içinizde kalbinize nakşeylediğiniz bir sevgilinin yüzü yaşıyorsa eğer, dünya hâlâ sizin evinizdir." demişti. Peki eğer kalbimize nakşeylediğimiz o yüz de zaman içinde silinip gidiverirse? O zaman evsiz mi kalmış olacağız? Yeni bir ev arayışına mı gireceğiz?    Ama belki de o kadar da romantik bir tarafı yoktur bu meselenin ve yaşamımızı geçirdiğimiz dört duvardan ibarettir ev. Ya da  belki ailesinin yanıdır insanın evi. Peki eğer öyleyse neden bazen ailemizin yanına dönmüş olsak bile eve dönmüş gibi hissetmeyiz? İzlediğim en güzel dizilerden biri olan Lost'ta Kang Jae de b