Ana içeriğe atla

HATIRLANMAK VE UNUTULMAK

  Hayatımızda bazen bazı anları hafızamıza kazımak ve sonsuza kadar hatırlamak isteriz. Bazense tam tersi o ana dair her şeyi silip atabilmek, hiç yaşanmamış gibi davranabilmek isteriz. Hatta unutma isteği bazen o kadar yoğun bir hâl alır ki sadece o anı değil kendimizi de unutmak ve hatta unutturmak isteriz. Çünkü bazen insanın hataları, anıları insana ağır gelir. Bazen onları cesurca sırtlanmayı başarabilsek de bazen de unutmak ve unutturmak isteriz. Yüzleşmek istemeyiz onlarla, onlarla yürümek istemeyiz önümüzde uzayıp giden yolu. Yeni bir başlangıç yapabilmek isteriz kısaca. Ve yeni bir başlangıç yapabilmek için temiz bir sayfa açabilmek isteriz. Bu yüzden diğerlerinin hafızasından silinip gitmek, unutulmak isteriz. 

  Bir dersimizde hocamız unutulma hakkı diye bir kavramdan bahsetmişti. Bu yazıyı yazmama sebep olan da o dersti zaten. Dersten sonra okuduğum makalelerden birinde bu kavram şöyle tanımlanıyor: "Unutulma hakkını, bireyin internet ortamında yer alan ve üçüncü kişilerin bilmesini istemediği kişisel verilerinin silinmesini, dolayısıyla dijital dünyada unutulmayı, hatırlanmamayı isteme hakkı şeklinde tanımlayabiliriz." Yani aslında dijitalleşmenin getirdiği sorunların sonucunda ortaya çıkan yeni bir hâk unutulma hakkı. Ben bu kavramı ilk duyduğumda aklıma gelen fikirler tam olarak böyle değildi tabii. Çünkü bence unutulma isteği ve hatta ihtiyacı sadece dijital dünyaya özgü değil. Girişte de dediğim gibi insan bazen gerçekten diğerlerinin hafızasından da silinip gitmek isteyebiliyor.

 Çünkü eğer bu mümkün olsaydı yeni başlangıçlar yapmak daha kolay olabilirdi. Yine okuduğum makalelerin birinde eski dönemlerde hatırlamanın istisna, unutmanın olağan olduğunu; şimdiyse unutmanın istisna, hatırlamanın olağan olduğunu söylüyordu. Baktığımız zaman yaşadığımız kötü şeyler için de unutma istisna, hatırlama ise olağan değil midir? Zaten bu sebepten insan başkalarının kendisini unutmasını istiyor zaman zaman. Çünkü çoğu zaman bir anınıza, bir tecrübenize, bir acınıza ya da sevincinize birçok kişi  şahit olur veya sonradan bununla ilgili bilgi sahibi olur. Ve belirsiz zamanlarda size bunları hatırlatacak şeyler yapar, sorular sorarlar. Size eskiden olduğunuz kişiyi, eskiden başınıza gelenleri hatırlatırlar. Oysa ki siz bunları unutmak istiyorsunuzdur ama her köşe başında karşınıza dikiliveren bir şeyi nasıl unutabilirsiniz ki? İşte bu yüzden unutulma hakkımız gerçekten olsaydı yeni başlangıçlar yapmamız da daha kolay olabilirdi. Bir düşünsenize: yepyeni bir insan olmak istiyorsunuz ve sizi eskiden olduğunuz kişiye göre değerlendiren kimse yok. Çünkü artık onu kimse hatırlamıyor.

  Ama tabii ki gerçekte başınıza kötü bir şey geldi ya da artık eskiden olduğunuz kişi olarak yaşamak istemiyorsunuz diye insanların hafızasından silinemezsiniz. İşte bu yüzden gerçekte yeni başlangıçlar yapmak cesaret ister. Çünkü unutmaya çalıştıklarınızı, bilerek ya da bilmeyerek, size hatırlatacak birileri daima bulunur. Ve siz onlara rağmen, eskiyi hatırlayan ve hatırlatan herkese rağmen çizdiğiniz yeni yolda yürümek için çabalamak zorunda kalırsınız. 

  Bu konu hakkında biraz daha düşündüğümde bana insanın ne çok tezatla dolu olduğunu hatırlatan bir şey daha fark ettim. Baştan beri anlattığım gibi bazen kafamıza eser kaybolup gitmek isteriz tüm hafızalardan. Tertemiz, bomboş ve yeni bembeyaz bir sayfa açmak isteriz hayatımızda. Ve kimse bize eski sayfaları hatırlatmasın isteriz. Ama bazen de öyle anlar olur ki insan kaybolup gitmekten, hafızalardan silinmekten ölesiye korkar. Kalabalık mı kalabalık bir caddede yürürken örneğin... Kafanızı kaldırıp insanlara bakarsınız; hepsinin gidecek bir yeri, yapacak bir işi var gibi gelir. Sonra içinize garip bir his gelir hani: sanki bir an sonra onca kalabalığın arasından buharlaşıp havaya karışacak ve ardınızda hiçbir iz bırakmadan kaybolup gidecekmişsiniz gibi hissedersiniz. Böyle hissettiğimiz anları çok ama çok iyi anlattığını düşündüğüm Can Güngör'ün o şarkısında da dediği gibi " Ben kaybolmıcam di mi?" cümlesi işte böyle anlarda geçiverir aklınızdan.

  Sanatımızın sebeplerinden biri de bu değil midir zaten? Biz burayı terk ettiğimizde bile birilerinin bizim bir zamanlar burada olduğumuzu bilmesini istemez miyiz?  Kendi vaktini doldurup geçip giden milyarların arasında bizim de olduğumuzu bizden sonra gelenlere kanıtlamak isteriz. Yine şarkıda da dediği gibi sessiz sessiz solup gitmekten korkarız. İlk duruma tamamen tezat oluşturacak şekilde bu durumlarda da bizi hatırlayacak en azından bir kişi çıksın isteriz. Bize  bizi iyi ya da kötü hatırlatacak en azından bir kişi çıksın.

  Yani iki durumu da derinlemesine düşündüğümde her ikisinin de beni ürküttüğünü fark ettim. Çünkü bir hayal etsenize: kötü olarak andığınız her şey sizi tanıyan herkesin hafızasından siliniyor. Eskiden yaşadıklarınız ya da eskiden kim olduğunuza dair artık kimse sizinle bir anı paylaşmıyor. Bir noktadan sonra delirdiğimizi düşünürdük bence. Çünkü zaman zaman bize acı da verse geçmişlerimiz tamamen unutulmasını göze alamayacağımız kadar kıymetli pek çoğumuz için. Belki de onları değerli kılan da içinde barındırdığı tüm o zorluklardır. Çünkü sonrasının güzel olmasını sağlayan şey çoğu zaman öncesinde yaşanan zorluklardır. Halil Cibran'ın dediği gibi: "Keder varlığınızda ne kadar derin bir oyuk açarsa, taşıyabileceğiniz sevinç o kadar fazla olur." Ve tüm bu kederler o kıymetli geçmişimizin bir parçasıdır.

  Yine de her şeyin ama her şeyin birileri ya da kendimiz tarafından sürekli olarak bize hatırlatılması da her şeyin unutulması kadar bunaltıcı olurdu. Çünkü geçmişten gelen hayaletlerle bugünü yaşamaya çalışmak pek de güzel bir şey değildir hiçbirimiz için. Bu yüzden belki de ne büsbütün unutulmak ne de her şeyimizle hatırlanmak olmamalıdır dileğimiz. Belki de bu ikisinin arasında bir dengeyi tutturmak, hayatta başka pek çok konuda olduğu gibi, bu konuda da mantıklı bir çözüm yöntemidir. Belki de nerede okuduğumu çoktan unuttuğum şu cümle bu konuda bize bir yol gösterebilir: "Unutman gerekenleri unut, geriye kalanlarla varsın."



                                                   -Eda


       #aydinlatmakicindegilaydinlanmakicin 



Not: Tamamını dinlemek isteyenler için yazıda bahsettiğim şarkı Can Güngör'ün Yalnız Ölmek isimli parçası.

Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

MİLYONLAR ARASINDAN BİRİ

  Son paylaştığım yazıların hepsi aralarında uzun soluklar verilerek yazılmış birbirinden kopup gibi görünen ama benim aralarında gizli bağlar olduğunu düşündüğüm kısa kısa yazılarımı bir araya getirerek oluşturduğum yazılar. Bu şekilde bir şey ortaya koymaya çalışmak kendi yaptığım yapbozu tamamlamaya çalışmak gibi. Tüm o pasajları ilk kez yazarken gördüğüm o gizli bağları yeniden birbirine bağlamaya çalışıyorum. Bir yandan çile bir yandan da bir eğlence. Az sonra okuyacağınız yazı da aynı yollardan geçerek ortaya çıktı. Umarım keyifle okursunuz.       Sürekli başarmam gereken çok büyük işler varmış da ben hiçbiri için yeteri kadar çabalamıyormuşum gibi hissediyorum. Belki sosyal medya belki başka sebepler yüzünden sanki benim dışımdaki herkes çok motive olmuş bir halde büyük büyük hedefleri için çalışıyor da bir ben onları izlemekle yetiniyorum. Bu dünyayı ben kurtarmak zorunda mıyım? Belki daha da önemlisi kurtarabilir miyim?Kendi halimde, sessiz sakin ama mutlu bir hayat sürsem yet

ÇERÇEVELER

  Hepimiz herkesi ve her şeyi kendi oluşturduğumuz bir  çerçevenin ardından görüyoruz. Bu çerçeve bizim özümüzü oluşturan özelliklerimizin ve okuduklarımızın, dinlediklerimizin, maruz kaldığımız olayların, vakit geçirdiğimiz yerlerin ve insanların bir sentezinden oluşuyor. Bu çerçevenin varlığı sebebiyle bir şeyi sırf olduğu haliyle göremiyoruz aslında. Bahsettiğim çerçeveyi bir kenara koyup bir şeyi sırf olduğu haliyle görebilmek mümkün mü peki? Bunu hâlâ düşünüyorum ama bu başka bir yazının konusu olsun.  Sahip olduğumuz çerçeve sayesinde şeyleri sırf oldukları halleriyle göremediğimiz için bizim gördüğümüz ile o şeyin aslı bir değil. Belki de bu yüzden örneğin bir insan için "Ben onu böyle tanımamıştım."  ya da "Onu çok yanlış tanımışım." demenin bir anlamı yok çünkü gördüğümüz kişi aslında o değildi. Gördüğümüz, görmeyi umduğumuzdu.    Bu düşünce akışını devam ettirdiğimde herkesi kendi çerçevemden görüp değerlendirdiğim için aslında hayatımdaki tüm bu insanları

EV

   Canımın çok sıkkın olduğu bazı zamanlarda kafamdan şu cümle geçiyor: "Eve gitmek istiyorum." Son zamanlarda birden fazla kez aynı cümle kafamın içinde yankılanınca biraz düşündüm. Nereye gitmek istiyorum? Benim evim neresi? Ev nereye denir, kime denir?    Bir insan ya da insanlar bir insanın evi olabilir mi pek çok insanın iddia ettiği gibi? Orhan Pamuk Benim Adım Kırmızı kitabında "Çünkü içinizde kalbinize nakşeylediğiniz bir sevgilinin yüzü yaşıyorsa eğer, dünya hâlâ sizin evinizdir." demişti. Peki eğer kalbimize nakşeylediğimiz o yüz de zaman içinde silinip gidiverirse? O zaman evsiz mi kalmış olacağız? Yeni bir ev arayışına mı gireceğiz?    Ama belki de o kadar da romantik bir tarafı yoktur bu meselenin ve yaşamımızı geçirdiğimiz dört duvardan ibarettir ev. Ya da  belki ailesinin yanıdır insanın evi. Peki eğer öyleyse neden bazen ailemizin yanına dönmüş olsak bile eve dönmüş gibi hissetmeyiz? İzlediğim en güzel dizilerden biri olan Lost'ta Kang Jae de b