Ana içeriğe atla

ÇERÇEVELER

  Hepimiz herkesi ve her şeyi kendi oluşturduğumuz bir  çerçevenin ardından görüyoruz. Bu çerçeve bizim özümüzü oluşturan özelliklerimizin ve okuduklarımızın, dinlediklerimizin, maruz kaldığımız olayların, vakit geçirdiğimiz yerlerin ve insanların bir sentezinden oluşuyor. Bu çerçevenin varlığı sebebiyle bir şeyi sırf olduğu haliyle göremiyoruz aslında. Bahsettiğim çerçeveyi bir kenara koyup bir şeyi sırf olduğu haliyle görebilmek mümkün mü peki? Bunu hâlâ düşünüyorum ama bu başka bir yazının konusu olsun.

 Sahip olduğumuz çerçeve sayesinde şeyleri sırf oldukları halleriyle göremediğimiz için bizim gördüğümüz ile o şeyin aslı bir değil. Belki de bu yüzden örneğin bir insan için "Ben onu böyle tanımamıştım."  ya da "Onu çok yanlış tanımışım." demenin bir anlamı yok çünkü gördüğümüz kişi aslında o değildi. Gördüğümüz, görmeyi umduğumuzdu. 

  Bu düşünce akışını devam ettirdiğimde herkesi kendi çerçevemden görüp değerlendirdiğim için aslında hayatımdaki tüm bu insanların beni son derece şaşırtacak ve belki de yapmalarına ihtimal bile vermediğim pek çok şeyi  yapabileceklerini düşünmeye başlıyorum. Üstelik böyle bir durumda bu insanlara olduklarını sandığım kişi olmadıkları için kızma hakkına sahip olabilir miyim? Belki de onlar başından beri aslında oldukları kişiyi ortaya koyuyorlardı. Ama benim çerçevem bunları görmeme engel oldu. Peki aslında herkesin her şeyi yapabileceğini kabul etmek  insanda diğer herkese karşı sonsuz bir güvensizlik mi oluşturur yoksa aslında her birimize bir diğerinin kafasındaki çerçeveden bizi nasıl gördüğünü umursamaksızın nasıl olmak istiyorsak öyle olma ve ne yapmak istiyorsak onu yapma imkanı mı tanır? Bence ikincisi.

  Örneğin ben bugün bu yazıyı yazarken zihnimden geçenleri sizlerle paylaşma konusunda garip bir korku hissediyorum. Çünkü yazmak, satır aralarında kendini açık etmek gibidir biraz da. Bu yüzden yazmak beni korkutmuyor değil. Açıkçası herhangi birine kendimle ilgili herhangi bir fikir sunmak istediğimden emin değilim. Ama madem sonuçta herkes beni aslında olduğum halimden ziyade kendi çerçevesinden görecek o zaman ne fark eder ki? 

Bu yüzden belki de insanların bizi yanlış anlamasından korkmak yerine biri çıkıp da bizi başka biri olduğumuza ikna etmeye çalıştığında ona "Ben senin çerçevenden gördüğün kişi olmak zorunda değilim." demeliyiz. Ve aynı zamanda hayatımızdaki birinin, olduğunu sandığımız kişi olmadığını fark ettiğimizde  kendimize "Kimse benim görmek istediğim kişi olmak zorunda değil." diyebilmeliyiz. Böylece ya karşımızdaki kişide varlığını fark ettiğimiz bu farklılığı sevmenin bir yolunu buluruz ya da yolların burada ayrıldığını kabul edip kendi yolumuza devam ederiz.

  Güzel kitaplar okudukça, güzel şarkılar dinledikçe, bana güzel gelen herhangi bir şeyle iştirak ettikçe sanki asla özgün bir şey ortaya koyamayacakmışım gibi geliyor bazen. Tabii burada güzel belki de uygun bir sıfat olmadı. Ya da uygun olduğunu şöyle açıklayabilirim. Burada güzelle kast ettiğim bana hitap eden, içinde benim içimde de olan bir şeylere rastladığım şeyler. Bence içinde kendimizde de var olduğunu bildiğimiz ama çoğu zaman nasıl adlandıracağımızı veya ifade edeceğimizi bilmediğimiz şeyler barındıran bir kitaba, şarkıya, filme rastladığımızda o bize güzel gelir. Kaybettiğini  ya da uzun zamandır aradığını bulmanın güzelliğiyle o şeyi güzel buluruz. Fakat işte bu güzel gelen şeyler bazen haddinden fazla güzel geliyor bana. Bana beni haddinden fazla yansıtıyor. Bu yüzden daha önce hakkında bir şeyler söylemek isteyip de nasıl yapacağımı bilmediğim o konuyu birinin çıkıp da tam da benim ifade etmek istediğim şekilde ifade ettiğini gördüğümde kendimde görmek istediğim biriciklik zedeleniyor. Peki ama benden başka birinin benim hissettiğim veya düşündüğüm bir şeyi "tam da benim ifade etmek istediğim şekilde ifade etmesi" mümkün mü gerçekten?

   Güzelle karşılaştığımda yaşadığım durumun benzerini aklıma yeni bir fikir geldiğinde de yaşıyorum aslında. Ne zaman aklıma yeni bir fikir geldiğini düşünsem o fikir üzerine kafa yorduğumda aslında bunun benim fikrim olmadığını fark ediyorum sanki. Daha doğrusu zaten yıllar önce bir yazarın, bir düşünürün üstüne düşündüğü bir şeyin tecellisini görüyorum sanki hayatımda. Ve bu durum da beni o konuda düşünmeye sevk ediyor. Ama sonra yine düşünüyorum: her ne kadar düşündüğüm şeyi düşünen ilk kişi ben olmasam da ben o şeyi ilk defa düşündüğüm için aslında yeni bir şey düşünmüş olmaz mıyım? 

  İşte bu noktada sorduğum sorularının cevaplarını belki de en başta bahsettiğim zihnimizdeki çerçevenin varlığıyla ilişkilendirerek verebiliriz. Şöyle bir bakarsak aslında bizi sınırlıyor gibi görünse de bize özgünlüğü veren ve biricikliğimizi sağlayan şey zihnimizdeki o çerçeve. Aynı şeyleri yapsak, aynı şeyleri düşünsek de o şeyi yapan ve düşünen o anda biz olduğumuz için ona yeni bir şeyler katmış oluyoruz esasında. Çünkü konunun özü her ne kadar aynı olsa da her birimiz o konuyu kendi çerçevemizden görüp değerlendiriyoruz. Bu yüzden benim o konuyla ilgili düşündüğüm veya hissettiğim şeyi benden önce veya sonra birinin aynı şekilde hissetmesi veya düşünmesi mümkün değil. Yani bir anlamda aynı şeyleri de yapsak kendi  versiyonlarımızı ortaya koymuş oluyoruz her defasında. Dolayısıyla bir bakıma anlamı çoğaltıyor ve zenginleştiriyoruz. 

   Bugün bu yazıyla aslında uzun zamandır aklımı meşgul eden sorulara farklı zamanlarda parça parça verdiğim yanıtları toparlayarak düşüncelerimi önce kendim ve sonra belki de aynı sorulara cevap arayan sizler için anlamlı bir bütün haline getirmek istedim. Yazıda bahsettiğim gibi yazdıklarımı her birinizin kendi çerçeveleriniz ışığında okuyup değerlendireceğiniz gerçeğini bir korku öğesi olarak almak yerine her biri biricik olan çerçevelerinizle her biri biricik olacak çıkarımlar yapacağınız ve böylece mükemmel bir düşünce çeşitliliği oluşturacağımız ihtimaline sıkı sıkı sarılmayı tercih edeceğim. Umarım keyifli bir okuma olmuştur. 


   

                                                       -Eda



#aydinlatmakicindegilaydinlanmakicin

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

EV

   Canımın çok sıkkın olduğu bazı zamanlarda kafamdan şu cümle geçiyor: "Eve gitmek istiyorum." Son zamanlarda birden fazla kez aynı cümle kafamın içinde yankılanınca biraz düşündüm. Nereye gitmek istiyorum? Benim evim neresi? Ev nereye denir, kime denir?    Bir insan ya da insanlar bir insanın evi olabilir mi pek çok insanın iddia ettiği gibi? Orhan Pamuk Benim Adım Kırmızı kitabında "Çünkü içinizde kalbinize nakşeylediğiniz bir sevgilinin yüzü yaşıyorsa eğer, dünya hâlâ sizin evinizdir." demişti. Peki eğer kalbimize nakşeylediğimiz o yüz de zaman içinde silinip gidiverirse? O zaman evsiz mi kalmış olacağız? Yeni bir ev arayışına mı gireceğiz?    Ama belki de o kadar da romantik bir tarafı yoktur bu meselenin ve yaşamımızı geçirdiğimiz dört duvardan ibarettir ev. Ya da  belki ailesinin yanıdır insanın evi. Peki eğer öyleyse neden bazen ailemizin yanına dönmüş olsak bile eve dönmüş gibi hissetmeyiz? İzlediğim en güzel dizilerden biri olan Lost'ta Kang Jae de b

MİLYONLAR ARASINDAN BİRİ

  Son paylaştığım yazıların hepsi aralarında uzun soluklar verilerek yazılmış birbirinden kopup gibi görünen ama benim aralarında gizli bağlar olduğunu düşündüğüm kısa kısa yazılarımı bir araya getirerek oluşturduğum yazılar. Bu şekilde bir şey ortaya koymaya çalışmak kendi yaptığım yapbozu tamamlamaya çalışmak gibi. Tüm o pasajları ilk kez yazarken gördüğüm o gizli bağları yeniden birbirine bağlamaya çalışıyorum. Bir yandan çile bir yandan da bir eğlence. Az sonra okuyacağınız yazı da aynı yollardan geçerek ortaya çıktı. Umarım keyifle okursunuz.       Sürekli başarmam gereken çok büyük işler varmış da ben hiçbiri için yeteri kadar çabalamıyormuşum gibi hissediyorum. Belki sosyal medya belki başka sebepler yüzünden sanki benim dışımdaki herkes çok motive olmuş bir halde büyük büyük hedefleri için çalışıyor da bir ben onları izlemekle yetiniyorum. Bu dünyayı ben kurtarmak zorunda mıyım? Belki daha da önemlisi kurtarabilir miyim?Kendi halimde, sessiz sakin ama mutlu bir hayat sürsem yet